Cumhuriyet ve tiyatro: Sahnede sanatın ve özgürlüğün peşinde 100 yıl
1923'te doğduğunda henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti. Ama o Cumhuriyet'i yaşadı ve yazdı. Hıfzı Topuz, basının tarihini yazacak kadar duayen bir gazeteciydi. 100 yaşında vefat etti. TGS'nin kurucularındandı. İletişim fakültelerini açılmasına önayak oldu. Romanlar yazdı ve en çok da yazmayı sevdi.
Yaşayan bir tarihti Hıfzı Topuz, 100 yaşındaydı tıpkı Cumhuriyet gibi ve tabii ki Cumhuriyetin çocuğuydu. Meslek olarak gazeteciliği seçtiği için basın tarihimizin son 100 yılının da canlı kanlı tanığıydı. Yazdığı, anlattığı her şey basın tarihimizin canlı bir yaprağıydı.
25 Ocak 1923’te doğduğunda henüz Lozan Antlaşması imzalanmamıştı, Cumhuriyet de ilan edilmemişti. ‘Ya İstiklal Ya Ölüm’ parolasıyla yola çıkan Kuvayi Milliyeciler, ülkeyi işgal kurtarmış ve bağımsız bir Türkiye kurmak için kollarını sıvamışlardı. Hıfzı Topuz da işte o yeni kurulacak Cumhuriyet’in ilk nesli olarak yetişti.
O yılları da şöyle anlatmıştı son söyleşilerinden birinde:
“Nişantaşı’nda Hasan Paşa Konağı’nda doğdum. Şimdi o konağın yerinde Hasan Hilmi Paşa Apartmanları var. O zaman bizim konak vardı. O konakta uzun yıllar oturdum. Şişli Terakki’nin anaokulu vardı, Konak’tan oraya yürüyerek gidiyordum yani. Ondan sonra Beyoğlu’na, daha sonra da Kadıköy’e taşındık. Kadıköy Yeldeğirmeni’nde St. Louis İlkokulu vardı. St. Joseph’in şubesiydi. Oraya, üç sene devam ettim.
O sınıfta beraber başladığımız üç kişiyle, Galatasaray’ı beraber bitirdik. Yani papazlarda başladık, Galatasaray’ı beraber bitirdik. Biri Semavi Eyice, biri Süreyya Günay. Yani onlarla hayatımız beraber geçti. Süreyya Galatasaray’a müdür oldu, Paris’te talebe müfettişi oldu. Semavi de ünlü bir Bizans uzmanı oldu. Velhasıl üç sene orada okudum.
Ondan sonra babamın işi dolayısıyla bir sene Ankara’ya gittik. Ankara’da ilkokula gittim. Sonra geldim Galatasaray’a girdim beşinci sınıfta. Ortaköy’deydi Galatasaray. O okulda çok anılarım vardı. Bir yığın fotoğraf var. Okul önünde rıhtım vardı. Rıhtımda oynarken bazen Atatürk yakından geçerdi motorla, koşardık alkışlardık. Yanında Afet Hanım ve Şükrü Kaya olurdu. Alkışlardık. Ondan sonra Beyoğlu’na geldim.”
Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yıllarda edebiyat öğretmeni Esat Mahmut Karakurt’tu. Türkçeyi onun sayesinde sevdi ve o sevdiği Türkçeyle ömrü boyunca kendini ifade etti. Bir de Atatürk’ü çok sevdi üzerine dört kitap yazacak kadar hem de. Ne de olsa onu kanlı canlı görenlerdendi:
“Atatürk’ü gördüm tanıdım, çok sevdim. Ankara’da motosiklet geçişlerinde Atatürk geçiyor diye kenarda dururduk. Atatürk arabayla gelir, selam verirdi. Çok heyecanlanırdık. Cumhuriyet Bayramı’nın 10. yılında Atatürk’ü görmeye gittim. Doyamadım. Bir iki kere tribünlerin önünden geçtim Atatürk’ü göreceğim diye. Galatasaray’da okulun önünden geçerdi, orada görürdük. Haydarpaşa’ya geldiği zaman polisleri görürdük, ‘Atatürk geliyor’ derdik ve beklerdik. Atatürk benim hayatımda çok önemli rol oynadı. Ben çok sevdim Atatürk’ü. Kumandanlığıyla hiç uğraşmadım. Benim alanım değil. Benim sevdiğim, insancıl bir Atatürk, herkesin düzeyine inen, herkesle dost olan, herkesi anlayan, devrimci bir Atatürk. Atatürk’ün en önemli tarafı bence, bilime inanması. Atatürk son kez İstanbul’a geliyordu, hastaydı. Pendik’e gittik karşılamaya, Atatürk pencereye çıktı, biz de alkışladık. İndi, el sıkıştık. Sohbet değil ama bu kadar bir temasım oldu Atatürk ile.”
Galatasaray Lisesi sonrasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuduğu yıllarda Tasvir’de gazeteciliğe başladı. Cihat Baban onu stajyer olarak işe aldı. İlk işi de İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ın Topkapı Sarayı’ndaki basın toplantısını takip etmekti. O haber hiç yayınlanmadı. Çünkü o yıllarda altı ay geçmeden stajyerlerin yazdığı haberler okunmazdı.
Sonra 1947 yılında akşam gazetesine başladı. İstihbarat şefi oldu kısa zamanda. Sonra yazı işleri müdürü ve genel yayın müdürü olarak gazete hiyerarşisinde en altan en üste çıkmayı başardı. Böylece Bâb-ı Ali’nin merkezindeki önemli gazetecilerden biriydi artık. Bab-ı Ali’nin merkezindeydi ama mesleğin her alanına da kafa yoruyordu.
İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında yer alıp başkanlığını yapması, Paris’te UNESCO Genel Merkezi’nde iletişim sorunları ve gazetecilik eğitimi projelerini yürütmesi, gazeteciliğin akademik bir eğitime kavuşması… Biraz tesadüf biraz zorunluluk biraz da onun vizyonuyla ilgiliydi. Ki zaten bir söyleşisinde gazetecilik üzerine yaptığı çalışmalara nasıl başladığını anlatmıştı:
“Strasbourg’da uluslararası toplantılara katılıyor ve oldukça mahcup oluyordum. Çünkü bizden, Türkiye’de basın ve iletişim araştırmalarıyla ilgili kaynaklar isteniyordu. Kaynak yoktu! Basın tarihi diye bir şey yoktu! Kaynak bulmakta güçlük çekiyordum. Sanırım bu beni teşvik etti. Türkiye’de basın çalışmaları diye bir şey yoktu.”
Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans (1957-59) yapması, sonrasında aynı üniversitenin hukuk fakültesinde gazetecilik doktorası yapması da (1960) medya ve iletişim üzerine yoğunlaşmasının bir sonucuydu.
Habercilik aşkı tüm bu çalışmalarına rağmen hiç sönmedi. Tarihe iz bırakan haberler yaptı. En çok da röportaj yapmayı seviyordu:
“Unutamayacağım röportajlarım var. Bunları çok kullandım hayatım boyunca. Biri Atina’da Trikopis ile yaptığım röportajdı. Atina’ya gitmiştik, 1952’de Vali Fahrettin Kerim ve bir iki gazeteci. Büyükelçi Ruşen Eşref Ünaydın idi.
Ruşen Eşref, bizim için bir resepsiyon verdi. Davetliler vardı, bana birini tanıttılar; General Trikopis. ‘Siz, Kurtuluş Savaşı’nda Başkumandan, Yunan Kumandanı değil misiniz’ dedim. ‘Evet, benim’ dedi. ‘Aman! Sizinle konuşmak isterim,’ dedim. ‘Hay hay olur, yarın evime gel’ dedi.
Öbür gazeteciler bunun hiç farkına varmadılar. Kimse tanımadı. Ertesi gün evine gittim. Bana Atatürk’ü anlattı. İstiklal Savaşı’nda nasıl yenildiğini anlattı. Atatürk’ün gösterdiği sıcaklığı anlattı. Bunları yazdım, unutamam. Trikopis, savaş bittikten sonra Yunanistan’a dönüyor, Türk-Yunan Dostluk Cemiyeti’nin Başkanı oluyor. Türkiye’yi çok seven bir adamcağızdı. Diğer bir unutamadığım röportajım Fransa’da şair Prever ile yaptığım röportajım. Unutamam. İsmet Paşa ile yaptığım röportajı unutamam. ‘Cumhuriyeti Kuranlar’ adında bir dizi röportaj yaptım, hepsi önemli insanlardı. TRT’de haftalık konuşmalar yaptım.”
Gazeteciydi ama bir ayağı da edebiyat dünyasının içindeydi. Esat Mahmut Karakurt öğretmeniydi ve onu çok sevdiğini hep söylerdi ama başkaları da vardı: “Nazım Hikmet’i çok severim. Tevfik Fikret’i çok sevdim. Sabahattin Ali’yi çok sevdim. Orhan Kemal’i çok sevdim. Esat Belirli arkadaşlarımla her çarşamba toplanırdık, hala da toplanırız.”
Öte yandan iletişim fakültelerinin kurulmasına da önayak olan isimlerden biriydi. Yazdığı kitapları üst üste koysanız insan boyunu aşar. Toplam 51 kitap yazdı. ‘Türk Basın Tarihi’, ‘100 Soruda Basın Tarihi’, ‘Basın Sözlüğü’ gibi kitapları mesleğin temel kitapları oldu.
Ayrıca yaşadığı döneme ve bu dönemin insanlarına ilişkin tanıklıklarını anlattığı birçok anı kitabı yazdı. Ama yazın dünyasıyla ilişkisini derinleştirip yazdığı romanlarla edebiyatçı şapkasını takmayı da bildi. Ki romancılığa geçişi de biraz başkalarının zorlamasıyla oldu:
“Ben büyük annemin annesi Meyyale Hanım’ın hayatını anlatıyordum her zaman. Herkes ‘Bunu yazsana.’ dedi. Ben de yazdım. Sonra ‘Nereye bastıracağız?’ dedim. Emre Kongar ‘Bu kitabı ben Remzi’ye (Kitabevi) veririm, 4 baskı yapar, görürsün.’ dedi. Kitap 38 baskı yaptı. Ondan sonra devamı geldi. Daha sonra Remzi’de yazdığım kitapların sayısı 31’i buldu. Başka yayınevlerinde de 15 vardı. 50’yi geçtim yani şimdi. Gazetecilikten romancılığa geçmem benim için bir merhale oldu. Romancılığı da çok sevdim. Hala devam ediyorum. En son kitabım da Melih Cevdet Anday. Romanlarım genelde biyografik romanlardı ve içinde kurmaca çok az oluyordu. Bazılarında yapıyordum ama az oluyordu. Kurmacaya ağırlık vermiyor, gerçeklerden pek uzaklaşmıyordum.”
Onlarca ödülün sahibiydi Hıfzı Topuz. Ama 2003 aldığı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, 2009’daki Çağdaş Gazeteciler Derneği Onur Ödülü ve 2007’deki 36. Orhan Kemal Roman Armağanı hayatındaki özel ödüllerdi.
Anadolu, İstanbul ve Galatasaray üniversitelerinde gazetecilik, uluslararası iletişim ve siyasal iletişim dersleri veren ve birçok gazeteci yetiştiren Hıfzı Topuz Cumhuriyet dönemi Türk basınının kurucu insanlarından biriydi.
Tüm ömrünü yazıya adayan Hıfzı Topuz’un yazıyla ilişkisiyle uğurlayalım onu:
“Sabahleyin kalkar kalkmaz kendimi hemen yazıya verirdim. Kahvaltı etmeden yazmak üzere masaya otururdum. Onu yıllarca sürdürdüm. Bütün romanlarımı o heyecanla yazdım. Şimdi biraz geç kalkıyorum. Onun için o heyecanla masaya oturamıyorum. Bazen hiç uyku tutmuyor, uyuyamıyorum. O felaket bir şey oluyor. Normal olarak sekiz saat uyuyorum. Yazmaktan hiç bıkmıyorum. Bazen yazmaya oturduğum zaman, saate falan bakmıyorum, akşam olmuş karım beni yemeğe çağırıyor, öyle kalkıyorum. Hiç farkına varmıyorum. Yazı beni öyle sürüklüyor ki hiç farkına varmıyorum. Çok zevkli bir iş.”